1. HABERLER

  2. GÜNCEL

  3. Bozulan radyodan Vatan Bilgisayar çıktı
Bozulan radyodan Vatan Bilgisayar çıktı

Bozulan radyodan Vatan Bilgisayar çıktı

1948 yılında her şey bozulan bir radyo ile başladı. Şimdi dev bir teknoloji devine dönüştü. İşte Vatan Bilgisayar ve kurucusu Nuri Vatan'ın derslerle dolu hikayesi...

A+A-

Ünal TANIK'ın röportajı

Vatan Bilgisayar ve kurucusu Nuri Vatan'ın hikayesi, 1948 yılında bozulan bir radyo ile başladı. Nuri Vatan, teknoloji ile 60 yıl önce tanışıyor. Babası Kars’ta radyo satarken, genç  Nuri de radyo teknisyenliğine başlıyor.

Nuri Vatan, daha çocuk denecek yaşlarda teknoloji ile tanışıyor. O günleri şöyle anlatıyor.

İkinci Dünya Harbi’nde Türkiye yoksulluk içinde kıvranıyor. Dünyadan haber bile alınamıyor. O yıllarda devlet Ardahan Halkevi’ne bir radyo gönderdi. Radyo bir iki ay çalıştı, sonra sustu. Radyoyu bilen yok. Halkevi o radyoyu bozuk haliyle sattı. Babam o radayoyu satın aldı.

Babam İstanbul’a yılda bir iki kez mal almaya gelirdi. O radyoyu tamir ettirdi. Getirip eve kurdu. Akşamları haberleri dinliyoruz. Bizim ev bir nevi kulüp oldu. Akşamları kaymakam bizde, hakimler savcılar bizde. Çünkü memlekette tek bir radyo var.

Radyolar çok zayıf çekiyor. İstanbul Radyosu çekmiyor. Ankara Radyosu da akşam 8.’den sonra dinlenebiliyor. İki tane güçlü radyo var. Biri Moskova Radyosu, diğeri Kahire Radyosu. Fransızlar kurmuştu o radyoyu, çok güçlü yayını vardı. Fakat işin kötü bir tarafı vardı. Biri Rusça öteki Arapça yayın yapıyordu.

Rizeli bir Osman amca vardı. Çilingirlik yapıyordu. Rusya’da kalmıştı bir süre. Akşamları geliyor, Moskova Radyosunu dinleyip bize tercüme ediyordu.

ATÖLYEYE TÜRK SOKMAYIZ

Bir gün Amerika’nın Japonya’ya atom bombası attığı haberi duyulunca aynen şöyle dedi. “Ben biliyordum onu ya. Akşam rüzgar bu taraftan farklı bir şekilde esiyordu” dedi.

1948-1949’dan sonra Türkiye’ye radyolar yavaş yavaş gelmeye başladı. Biz bir radyo bayiliği aldık. Radyo satışları olmaya başladı. Ama biri arıza yapınca, bir ayda gitmez, bir ayda gelmez durumdaydı.

1949’da babama, “Baba ben bu yıl İstanbul’a gideceğim. Orada kalıp bu radyo tamirciliğini öğreneceğim. Başka çaremiz yok” dedim.

Grunberglerin eski sahibi var, Leon. Hala sağ. Bir de ………. Var. İkisi ithal ediyor. Bunlara başvurdum. Rızapaşa Yokuşunda bir han var. Yeni yapılmış. Oradalar. “Biz bayiniziz, ben bu işi öğreneceğim” dedim.

“Olmaz. Bir atölyenin içine Türk sokmayız” dediler. Halbuki biz bu insanların mallarını satıyoruz. Yok bir türlü yanaşmıyorlar.

Benim dayılarımdan birisi Sultanhamam’da büyük bir tüccardı. İstanbul Ticaret Odası’nın da yönetiminde idi. Dayıma anlattım. O da Leon Grunbarg’e telefon açtı, çıkıştı. Bir şekilde böylece başlamış oldum. Bir kış burada tamirciliğin bütün tekniklerini öğrendim. Benim dönüşüm ile birlikte bizim satışlarımız katlanmaya başladı. İnsanlar artık korkmadan almaya başlamıştı.

1950’DE EN GENÇ VERGİ MÜKELLEFİ OLDUM

Satışları ne kadar etkiledi bu girişim

Tabii esas değişim ve sıçrama 1950’de ekonominin gelişmesiyle birlikte yaşanmaya başladı. Artık memleketin zenginlerinin yanı sıra memurlar da almaya başlamıştı. Yalnız mal yoktu. İnsanlar almak istiyor ama mal temini kolay değildi. “Size bu ay 5 tane veririz” diye kontenjan tanıyorlardı.

Sonra Türkiye’ye Philips geledi. Aynı firmaya iki marka vermeleri mümkün değildi. Ben de Philips’i kendi adıma aldım. 1950’de yürürlüğe giren 5421 Sayılı Gelir Vergisi Kanununa göre ilk mükelleflerden oldum.

 

Sizin bir taraftan da manifatura işi devam ediyordu.

Tabii, devam ediyordu. 1940’lı yıllarda Sümerbank bayiliğimiz vardı. Bir cenazesi olan Kaymakamlığa gider ve bir yazı ile gelerek bizden kefenlik bezini alabilirdi. Ya da doğum olayı varsa, aynı yöntemle bize yazı getirirler ve ona 8-9 metrelik kaput bezi verirdik. Bunları başka türlü satamıyoruz. Devlete bezleri nereye sattığına dair hesap vermek zorundasın.

Bir de tahsisli mallar vardı. Devlet Hindistan’dan mensucat ithal etti. Bunun tahsisleri de aynı şekilde yapılıyordu. Köylere bilgi salındı. Nüfus başına 2 metre bez alınabilecekti. Muhtar elinde liste geliyordu.

“Ahmet Ağa’nın 8 nüfusu var” diyor ve bunların nüfus cüzdanlarını da gösteriyordu.

KÖYLÜ EKMEĞİNİ YANINA ALIP ŞEHRE GELEMİYORDU

Yalnız bunlarda değil, ekmek kıtlığı da var. Buhran (sıkıntı) her yerde yok ama, kanun her yerde var. Diyelim ki biz Ardahan’dayız. Ardahan’da ekmek sıkıntısı yok. Oranın arpası, buğdayı oraya yetiyor. Ama devlet gıda naklini yasaklıyordu. Köylü ekmeğini yanına alıp şehre gelemiyordu.

Yanında getirdiği ekmeği, şehrin girişindeki pınarın başında oturup yiyor ve çarşıya öyle girebiliyordu. Çünkü ekmek nakli yasaktı. Kişi başı günde 200 gram vesika ile ekmek alabiliyorsun. 5 kişilik nüfusunuz varsa günde 1 kg. ekmek veriyorlar size.

 

Bir gün harp senelerinde babam İstanbul’a geliyordu. Beni de aldı getirdi. Ekmek taşımak yasak olduğu için annem bavula yöresel kurabiye gibi şeyler yapıp koymuştu. Bunlar ekmek yerine konulmuyordu. Ondan dolayı da göz yumuluyordu.

LOKANTADA UNUTULAN EKMEK PARÇASI

İstanbul’a geldik. Ebussuud’da babamla bir otelde kalıyoruz. Babam Sultanhamam’a mal almaya falan çıkıyor. Bir gün babamla bavuldan bir peksimet aldık. Hocapaşa’da bir lokanta vardı. Orada bir çorba içtik. Bize Ardahan’da verilen vesika İstanbul’da geçerli değil. Getirdiğimiz peksimetle yemeğimizi yedik.

Çıktık gidiyorduk. Epeyce de uzaklaşmıştık. Bir baktık arkamızdan bir adam koşuyor. “Küçük bey ekmeğinizi unuttunuz, Küçük bey ekmeğinizi unuttunuz” diyerek getirdi bana verdi. 

Ne günlerden geliyoruz.

Sizin İstanbul’a gelişiniz ne zaman oldu? Nasıl bir vesile oluştu?

Ben 1960’da ihtilalden sonra İstanbul’a gelmeye karar verdim. Tabii burada yukarda anlattığım gibi bir irtibatımız vardı. Ekonominin ihtilalle birlikte kazığı koptu. Biz o zaman kamyonlarımız da vardı. Nakliye işi de yapıyorduk.

Enflasyon da azmıştı. Ben 1951’de 10 bin 500 Liraya aldığım bir Dodge kamyonu, 5 sene sonra kullanılmış halde 115 bin liraya sattım. İstanbul’a geldiğimde ne yapmam gerektiği üzerinde biraz kafa yordum. Araba işinden de anladığım için bir dükkan tuttum ve yedek parçacılığa başladım.

1961’de de babamın mağazasını İstanbul’a taşıdık. Ben senelerce yedek parça ithalatı yaptım. Anadolu’nun hemen hemen her yerinde müşterilerimiz vardı. Uzun yıllar bu ticaretimiz devam etti.

1983’te bu işlerimizle ilgili Amerika’da idim. Bir doktor arkadaşım, “seni birisiyle tanıştıracağım” dedi ve aldı bir yere götürdü.

BİLGİSAYARLA İLK TANIŞMA

Bu doktor arkadaşınız Türk müydü?

Evet. Türk idi. Gittik. O da doktordu. Önünde bir bilgisayar vardı. Bilgisayar dedimse böyle masa üstü bilgisayar değildi elbette. Oda gibi bir şeydi. Türkiye’de İş Bankası ve Koç gibi bir iki şirkette vardı. IBM onu satmazdı, kiraya verirdi. IBM her yerde tek tabanca idi. Masaüstü bilgisayarlar çıkıncaya kadar şahıslar bu bilgisayarları alamamıştı.

 

Biraz da macera olsun diye bu bilgisayarlardan bir tane aldım. Sanıyorum 20 bin dolar falan ödedim. İstanbul’a döndüğümde dükkana getirdim. Gelenlerin bir kısmı, Yahu siz bilgisayar alacak firma mısınız?” falan gibi laflar da ediyorlardı.

Oğlum Hasan, ODTÜ’den mezun olmuştu. Mimar kendisi. “Şu diplomayı çekmeceye koy. Dükkanda çalışacaksın” dedim. İtiraz etmedi.

İLK TİCARİ PROGRAMI HASAN YAZDI

Yedek parça dükkanından söz ediyorsunuz değil mi?

Evet. İşimiz iyi. Amerika’dan sürekli ithalat yapıyoruz. İngiltere’den birkaç fabrikanın Türkiye mümessiliyim. İşlerimiz iyi gidiyor. Hasan bilgisayarla oynamaya başladı. Türkiye’de ilk ticari programı Hasan yazdı.

Bu çok enteresan. Ne programı idi bu?

Hiç branşı olmadığı halde. Bir entegre programdı bu. Bir fatura kestiğinizi düşünün. Otomatikman stoktan düşülüyor, takip hesabına geçiriyor. Epey kapsamlı bir programdı bu. Bu sırada artık Agoplar, Mişonlar bilgisayar ithalatına başlamıştı. Bu program bir patlama yaptı. Bilgisayar ithalatçıları, “Bu programı bize sat” demeye başladılar.

Hasan da programı satma yerine, “Siz malı verin ben bu programla birlikte satayım” dedi. Biz o program sayesinde muazzam bilgisayar sattık. 1000’e yakın bilgisayar o zaman büyük bir rakamdı. Bilgisayarı zaten o zaman nerede ise sadece şirketler satın alıyordu. Programla birlikte alınca işlerini müthiş kolaylaştırmış oluyorlardı. Bizim bilgisayarlar hep önde idi.

Bilgisayar satışları patlama noktasına gelince Hasan program işini bıraktı. Çünkü o ayrı bir takip ve güncellemeyi gerektiriyordu. Tabii bilgisayar hız kazandı ama biz otomotivi de bırakmamıştık. 10-15 sene önce onu da tamamen bıraktık.

Otomotiv firması da Vatan Otomotiv idi her halde? Bundan güzel isim olmaz sanırım. Soy isim verilirken sizi torpilli saymışlar anlaşılan.

Öyle anlaşılıyor.

Siz Artvin Hopalısınız. O yıllarda iç göçten pek söz edilmez. Babanız niçin Ardahan’da bulunuyordu?

Ardahan Ruslar’dan Türkler’e geçtiği zaman, Karadeniz’den birkaç kişi yeni Pazar diye kalkıp orada giderler. Babam da onlardan birisi. Çünkü Ruslar 40 sene orayı çobanlıkla yönetmişler. Tekfen’in kurucusu Nihat Gökyiğit var. Onun amcası ile babam birlikte gider. Bizim hem Hopa ile hem Ardahan’la ilişkimiz devam ediyor.

İlk bilgisayar mağazasını nerede açtınız?

Bizim birkaç mağaza vardı o yıllarda. Bunlardan birisini bilgisayara dönüştürdük. Elmadağ’da idi. Sonra Bakırköy’deki açıldı. Gerçek anlamda ilk bilgisayar mağazası Cevizlibağ’daki yer açıldı. 2002 idi. Sonra İzmir, Ankara genişledi.

1900 KİŞİ İSTİHDAM EDİLİYOR

Bostancı ne zaman açıldı?

O da 5 sene oldu.

Geçtiğimiz bir ciro hedefi koydunuz. 3 milyar gibi. Çok iddialı bir hedef.

Evet, bir hedef konmadan bir yere varılmıyor. Yabancılar da piyasaya saldırdılar. Biz Dudulu şubesini açtık. Biz yabancılar gibi yol almıyoruz. Daha farklı bir yönetim tarzımız var. Balıkesir’le birlikte 37 mağazaya kavuşmuş olduk.

Kaç kişi istihdam ediliyor?

Yaklaşık 1900 kişi var bünyemizde.

Teknoloji mağazacılığına yabancıların çok ciddi bir saldırısı var. Bunlar sosyal medyayı da çok yoğun kullanıyorlar ve oralardan yerli satıcılara karşı bir tür karalama kampanyaları yürütüyorlar.

İnternet bir defa, bizde 1993’de kullanılmaya başlandı. Dünyadaki tarihi ise 1962. İnternet kullanmayan kurum ve kişilerin rekabet etme şansı yok. Biz yurt geneline yayılan 30 küsur mağazayı buradan kontrol ediyorsak, bu teknolojinin getirdiği kolaylık sayesinde. Yoksa bir kapıcıyı çalıştırmak bile kolay değil.

Biz müşterinin olduğu her noktayı sesli ve görüntülü kayıt yapıyoruz. Aradan bir ay bile geçse, gerektiğinde bir kasa görevlisi ile yaptığınız konuşmaya bile ulaşabiliyoruz.

SABANCI’NIN HEDEFİ, TEKNOSA’YI BİR YABANCIYA SATMAK

Yabancı şirketlerin bu pazara bu kadar yoğun girmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar dünya firmaları. Her yere yayılıyorlar. Bin yıllığına gelen bir tanesi de geri gitti (Best Buy). Ben izliyorum bu firmaları, her yıl 50 milyon-100 milyon zarar ediyorlar. Bunu bile bile yapıyorlar. Bu pazara girmek için bunları göze alıyorlar.

Teknosa yerli firma. 250’den fazla dükkanı var. Ama senelerdir zarar etmeye devam ediyor. 20-25 milyon dolar kaybettiği seneler oldu. Yeni yeni toparlandı. Ama daha kar etmiyor. Sabancı’nın bütün hedefi, bir yabancıya firmayı iyi bir rakama satma peşinde. O zararların hepsini oradan kapatacağı düşüncesinde. Bir yabancının gelip de bir senede 250 dükkanı kurması mümkün değil.

BEST BUY İLK TEKLİFİ BİZE YAPTI

Sabancı’nın başından beri öyle bir satış hedefi var galiba.

Yabancılar ilk geldiğinde mevcut mağazalardan birini almak istiyor. Best Buy geldiğinde ilk teklifi bize yaptı. Acaip rakamlar ortaya koydu. Ama biz yok dedik. Yabancı geldiğinde kurulu tezgahı, bir nevi hava parası verir gibi almak istiyor.

Yabancılar, bu kadar uzun vadeli zararları göze almak için çok büyük hedefleri olmalı.

 Bu ülkenin yarınları o ülkelerin hep iştahını kabartıyor. Dünya bu aletleri kullanmayı öğrenecek diye bakıyorlar. Michael Dell, Türkiye’nin 130 milyar dolarlık ihracatı kadar mal satıyor. Compaq’ı 50-60 milyar dolara satın aldı. Bunları şunun için anlattım. Sektördeki rakamlar bu kadar büyük. Onun için 50-100 milyonluk rakamlara pek bakmıyorlar.

Yabancıların durumunu orta vadede nasıl görüyorsunuz?

Yabancı sermaye Türkiye’ye gelir. Türkiye’de her alanda boşluk var daha. Tarımda var, sanayide var, birçok alanda var. Bir dönem çivi bile yapılamayan Türkiye’de bugün neler yapılıyor. Otomobil üretiliyor. Bir otomobil için 3 bin yan sanayiye ihtiyaç var.

Tabii bir de Arap sermayesi için Türkiye iyi bir liman. O da Türkiye’ye resmi veya gayrı resmi giriyor. Bakın dolar hiç kımıldamıyor. Çünkü geliyor. İhtiyaç olmadığı kadar geliyor.

Türkiye’nin sıkıntısı, uzun sene dünyaya kapalı olduğu için insanlar dışarı çıkamamış. Bundan dolayı gereken eğitimi de alamamış. Hindistan dünyaya hizmet veriyor. Pakistan dünyaya hizmet veriyor. Neden bir avantajı var İngilizce bildikleri için.

SANTRALDE BAŞLADI, EN BÜYÜK MAĞAZANIN MÜDÜRÜ OLDU

Personelinizin arasında enteresan başarı hikayeleri var. Dışardan yetişmiş eleman alma yerine, kendi yöneticilerinizi yetiştiriyorsunuz. Bunun altında yatan sebep nedir?

Biz kendi eğittiğimizi yükseltiriz. Dışardan adam alıp da sen bu işin başına geç demeyi kendi yönetim sistemimiz içinde doğru bulmayız. Bakın Ankara’daki mağazamız 18 bin 500 metrekare kapalı alan. Oranın başındaki kızımız, 5-6 sene önce buraya santrale aldığımız kız idi. İzmir mağazasının müdürü, birkaç yıl önce ambalajların sandığını çakan biri idi.

Kendi içinizden yetiştiğini biliyordum ama bu kadar uç noktalardan zirveye tırmanıldığını bilmiyordum.

Bakın insan faktörü farklı bir şey. Siz onlarda neyi ararsanız onu öne çıkarabilirsiniz. İnsan faktörü farklı bir şey. Biz senede bir gün, dini bayramlarda bütün şubelerimizi kapatırız. Bütün personeli Anadolu’nun her yerinden bir günlüğüne İstanbul’a getiririz. Havaalanı’nın yanındaki VOV Otel’de ağırlarız onları. Hepsi sabahleyin tekrar tezgahlarının başına koşarlar. O gün de mağazalarımız saat 2’de açılır.

Bakın bu o insanların bir çoğu için gerçekten çok önemli. Bir çoğu İstanbul’u ilk kez görmüş oluyor. Antep’ten buraya geliyor. Hiç uçağa binmeyen var. Bir gece 5 yıldızlı bir ağırlama onun hayatında çok önemli bir yer ediniyor.

 

500 KİŞİYİ ATMAMIZI İSTEDİLER

Aidiyet duygusu buradan yakalanıyor demek ki?

Çaycısından bekçisine kadar hepsi geliyor. Bu da her şeyin başladığı nokta oluyor. Bakın kriz oldu. Bizde o zaman 1000’den fazla kişi çalışıyordu. Danışmanlık aldığımız yerler bize en az 500 kişiyi işten çıkarmamız gerektiğini söyledi. Hasan ile oturdum konuştum. “Biz 500 kişiyi çıkarırsak belimiz doğrulur mu?” dedim. “Bu 500 kişiyi atmasak ayda ne kadar zarar ederiz?” diye sordum.

Ayda 500 bin dolar zarar etsek yılda 6 milyon dolar ederiz. Bu arkadaşları çıkarmasak, bir yılda 6 milyon dolar kaybedersek iflas eder miyiz? Hesabını kitabını yaptık. Mali yapımız bunu kaldırabilecek güçte idi. Karar verdik. Hiç kimseyi işten atmadık.

Allah’a şükür, kimseyi atmadık, üstelik 5 milyon dolar da kaybetmedik. O yıl pek para kazanmadık hepsi o. Biz mağaza açmayı sürdürüyoruz. Sonra da Malatya ve Sivas var sırada. Personele, bağlı bulunduğu birim şefi her ay puan verir. Bunlar çok somut kriterlerdir. Bu puanlara göre de herkes maaşının yüzde 70’i kadar prim alabilir.

YABANCILARA SAVUP GERİ BİZE GELİYOR

Bir de bayanlara kuaför hizmeti veriyorsunuz. Buna niye ihtiyaç duydunuz?

Görünüm her alanda önemli. Anlaşmalı kuaförlerimiz var. Orada gidip saçlarını düzeltebilirler, şekillendirebilirler. Dahası elbise veririz.

Bir de oğlunuz Hasan Bey’in yazdığı bir kitap var. “Bu Vatan İçin Neler Yaptık”. Bu kitap nasıl ortaya çıktı?

Biz elektronik perakendeciliğine başlayalı 25-30 yıl oldu. Onun için rakiplerimizden pek çekinmiyoruz. Bakın bu ilerde bir yabancı mağaza açılışı dolayısıyla kampanya yaptı. E-5’te trafik kilitlendi. Ne oldu? O gün bizim burada ciroda ciddi artış kaydedildi.

Bu nasıl oldu?

Adam 1000 liralık mala 500 lira diyor. Gerçekten de o rakama veriyor. Ama kaç tane veriyor? Bu önemli. Adam oraya bir şekilde gidiyor ve “Bitti” cevabını alınca kendini aldatılmış hissediyor. İnsanlar sövüp sayıp geriye bildiği yere geliyor. 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.