1. HABERLER

  2. GÜNCEL

  3. Somut Olmayan Kültürel Miras “Kars”
Somut Olmayan Kültürel Miras “Kars”

Somut Olmayan Kültürel Miras “Kars”

Kültür ve Turizm Bakanlığı Personeli ve Kars Stratejik Araştırmalar Merkezi Danışmanı Taner Kızıltaş Kaleme Aldı :

A+A-

SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MİRAS “KARS”

Günümüz dünyasında insanların karşılamak zorunda oldukları ve etki alanları dışında devamlı değişenlik gösteren ihtiyaçları ve baş döndürücü bir şekilde gelişme kaydeden teknolojiye bağlı olarak, yaradılıştan günümüze bizlere birer miras olarak bırakılan, yaşatılması konusunda çok az farkında olduğumuz ve süregelen hayatımız içerisinde artık daha az yer kaplayan kültürel miraslarımızı ve geleneksel uygulamalarımızı korumak ve bunları gelecek nesillere orijinalliğini kaybetmeden aktarmak ortak sorumluluğumuz ve öncül görevlerimiz arasındadır.

Somut olmayan kültürel miras, bu coğrafyada yaşamış/yaşayan insanların binlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktararak getirmiş olduğu kültürel ve sanatsal olarak kaydedilenlerin tümüdür.

Küreselleşme sürecinin getirdiği tek tipleşme ile birlikte, yerel kültürlere duyulan ilginin artması üzerine, kültürel değerlerin araştırılması, korunması ve dünyaya tanıtılması hızla önem kazanmış, tüm dünyada bu görevleri üstlenen kurum ve kuruluşların sayısı artmıştır.

Bu kapsamda, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü olan UNESCO, 32. Genel Konferansında Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesini kabul etmiş ve Ülkemizde 19 Ocak 2006 tarihli ve 5448 sayılı Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesinin Uygun Bulunduğuna Dair Kanunla bu sürece dâhil olmuş ve 27 Mart 2006 tarihinde resmen taraf olmuştur.

Sözleşmenin ikinci maddesinde Somut Olmayan Kültürel Miras şu şekilde tanımlamaktadır: “Somut Olmayan Kültürel Miras”, toplulukların, grupların ve kimi durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar, gereçler ve kültürel mekânlar anlamına gelir.

Kuşaktan kuşağa aktarılan bu somut olmayan miras, toplulukların ve grupların çevreleriyle, doğayla ve tarihleriyle etkileşimlerine bağlı olarak, sürekli biçimde yeniden yaratılır ve bu onlara kimlik ve devamlılık duygusu verir; böylece kültürel çeşitliliğe ve insan yaratıcılığına duyulan saygıya katkıda bulunur.

Somut Olmayan Kültürel Miras özellikle aşağıdaki alanlarda belirir:

- Somut olmayan kültürel mirasın aktarılmasında taşıyıcı işlevi gören dille birlikte sözlü gelenekler ve anlatımlar (AŞIKLIK GELENEĞİ,..)

- Gösteri sanatları ( HALK OYUNLARI.,,)

- Toplumsal uygulamalar, ritüeller ve şölenler (YAYLACILIK)

- Doğa ve evrenle ilgili uygulamalar (MEVSİMLİK BAYRAMLAR)

- El sanatları geleneği (DOKUMACILIK)

Bu kapsamda Kars İlimizde mevcut olarak bulunan ve korunarak gelecek nesillere aktarılması zorunlu olan belli başlı somut olmayan kültürel miraslarımızdan bazılarını sırasıyla aşağıda bulabilirsiniz.

Bu kadar zengin, kapsamlı bir konunun aktarılmasında duyduğumuz heyecan göz önüne alınarak hatalarımızın bağışlanması dileğiyle.

SÖZLÜ GELENEKLER VE ANLATIMLAR

ÂŞIKLIK GELENEĞİ

Âşıklık geleneği, kökü çok eskilere dayanan, kültür varlığımızın önemli bir bölümünü oluşturmakla birlikte uzun zamanlardan bu yana farklı deneyimlerden geçerek biçimlenmiş, kendine özgü icrası, geleneğe dayalı yapısı ve geleneksel kuralları ve normları olan bir gelenektir.

Âşık edebiyatı geniş halk kitlelerine hitap ederken âşıklık geleneği her bölgenin kültür, dil ve beğenisiyle oluşur, âşıklık geleneği insanların yaşam tarzlarının toplum tarafından kabul görmesi sonucunda oluşan özellikle anonim eserler tarafından beslenir ve gelenek bölge insanının düşünce tarzı ve görüşünü de yansıtır.

Âşıklar, Türklerin Orta- Asya’dan, Anadolu’ya gelişiyle burada da varlıklarını devam ettirmişlerdir. Anadolu’ya yerleşerek göçebe hayatına son vermiş insanlarımız içinde olan âşıklarımız, Selçuklular döneminde genellikle milli öze bağlı epik şiirler söyleyerek destanlar anlatan ozanlar olarak karşımıza çıkarlar. İlerleyen dönemde yerleşik yaşama adapte olmuş, kural ve kurumlarıyla bu yaşam biçimini benimsemiş toplumlarda yukarıda bahsi geçen ozanların yerini âşıklarımız almıştır.

Âşıklara, Osmanlı İmparatorluğu döneminde büyük bir değer verilmiştir. Yine Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)’nın güzel komutan olarak müjdelediği, sanata ve sanatçıya büyük önem veren Fatih Sultan Mehmet Han tarafından İstanbul’un alınmasından sonra, doğu ve güney bölgelerinden gelen âşıkların, İstanbul saraylarında bile büyük ilgi gördükleri bilinmektedir. Âşıklar, Anadolu’nun değişik yörelerinde varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Hak dini İslamiyet’in kabulü öncesi Türklerde şairlere “Ozan, Baskı ve Kam” adları veriliyordu, âşık edebiyatı şiir geleneği İslamiyet’in kabulünden önce Türk toplumunda ozanlar tarafından atılmıştır ve bunlar âşıklık geleneğinin temelini oluştururlar. Bu kimseler ellerinde çaldıkları kopuzlarla gezdikleri yörelerde bulunan halkı eğlendirip diğer insanlardan haberler verirlerdi. Ayrıca şölenlerde ve Türk geleneğinde büyük önemi olan ve genellikle zamanın Kağanları ve Hakanlarının katıldığı avlar için düzenlenen törenlerde ve ölü gömme törenlerinde (yuğ) idareci olarak Baksılar bulunurdu.

Âşık edebiyatı, ozan - baksı geleneğinin Anadolu'da yaşama biçiminin değişimiyle ortadan kalkması üzerine oluşmuştur. İslamiyet’in kabulünden sonra ise Anadolu’da bunlara Âşık adı verilmeye başlamıştır. Bu durum Hoca Ahmet Yesevi ve Yunus Emre gibi ilahi şiir söyleyen şairlerin icraları ile ortaya çıkmıştır. Tasavvuf felsefesi Türkler arasında Hoca Ahmet Yesevi ile başlamış ve Yunus Emre ile yükselişe geçmiştir.

Âşıklık Geleneğini genel olarak şu şekilde sıralamak mümkündür:

* Usta Çırak:

Âşık edebiyatı geleneğinin en önemlilerinden biri de usta çırak geleneğidir Usta Çırak ilişkisi gelenekte vardır. Usta âşıklar çıraklarını yanlarına alarak, köy düğünleri, festival, şenlik ve kahvehanelere vd. giderler. Çırak bu toplantılarda usta malı şiirler okur aynı zamanda yetişir ve tanınır. Usta âşıklar çıraklarını genellikle sözde ve sazda maharetli kişiler arasından seçerler. Günümüzde bu ilişki zayıflamış ve Âşık kolları çok azalmıştır. Geleneğe göre çırak mutlaka ustanın yanında olmalı ve yetişmeli, sırasıyla ustasından meydan açmayı, geleneğin tümünü, divana çıkmayı, atışmayı, yarışmayı, hikaye anlatımını, ayak kurallarını ve en önemlisi âşık makamlarını öğrenir. Zaman içerisinde kendini geliştiren yetiştiren ve gelenekte kendini geliştiren çırak ustasının izniyle öncelikle ustası ile daha sonra ise tek olarak halkın önüne çıkar.

* Mahlas Alma:

Mahlas âşıkların asıl adlarının yerine kullandıkları takma ada denir. Mahlas geleneğe bağlı uygulanan bir kuraldır. Âşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş, mahlasları isim olarak kullanılır olmuştur. Mahlas âşıkların şiirlerinin günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Çırak mahlası değişik şekillerde alabilir ama önemli olan çırağın yetişip ustalaştığına Ustasının karar vermesidir.

* Âşık Musikisi:

Âşık geleneğinin içinde telden söylemek yani sazla beraber şiir söylemek ve dilden söylemek konuşmayla şiir söylemek vardır. Her ne kadar bazı ustalar âşıklığın saz çalmayla ve ses güzelliği ile ilgisi yoktur saz çalınmadan da âşık olunur dese de bu tanımın eksik olduğunu düşünüyorum. Her âşık mutlaka ama mutlaka saz çalmalıdır bu çok önemli ayrıca sesi de güzel olmalı, insanın ruhuna sazı ve sesiyle nakış nakış ilmik ilmik örmeli nağmelerini.

* Bade İçme:

Âşık edebiyatında bade içme rüya motifi bir gelenek icabıdır. İnanışa göre âşık olmak için ya usta yanında yetişmek ya da mutlaka bade içmek gerekir. Aşkın badesini içmek ile başlar âşıklık ve saz çalma. Âşıklar bunun rüya halinde geldiğini söyler ve açıklar, bir pirin ya da mürşidin veya Hızır A.S. verdiği bade ile âşık olup, saz çalarlar.

* Âşıklık Kuralları:

Âşıkların, âşıklık geleneği içerisinde benimsedikleri kurallar vardır. Bu kurallar hikâye söyleme, anlatma, divan şiirine yaklaşma, muamma tekellüm etme, kafiye ve ayak vd.

Herkes âşık olamaz öncelikle bu kuralları benimsemek ve en azından sazla sözle divan şiirinin enginliğinin kıyısına yaklaşmak gerekir. Âşık Ali Asker’den bir örnek vermek (atışma) burada hâsıl oldu;

İstiyorum gideyim sizin ellerden

Gönül bu vatandan el çeke bilmez

Bülbül her dem çeker gülün kahrını

Bülbülün kahrını gül çeke bilmez

 

Her ismi Süleyman olan insanlar

O sırrı Hatem’i taka bilmez ki

Hakk-ın Didar’ını görmeseydi su

Fışkırıp çalkanıp aka bilmezdi

 

Gönül hoş geçinir devlet var olsa

Zerrece elinde iktidar olsa

Bir yiğidin bahtı özüne yar olsa

Yıkılsa ayağı el çeke bilmez

 

Muhammed Mevla’yı aldı diline

Cebrail Kur’an-ı verdi eline

Mescid-i Aksa da Mihraç yoluna

Resul’den başkası çıka bilmezdi

Atışmada olduğu gibi sazınızda, sözünüzde ve özünüzde yukarıdaki derinliği yakalamanız gerekli kanısındayım.

Bugün daha çok halk ozanlığı kimliğine büründürülmek istenilen ÂŞIKLIK GELENEĞİ’NİN eskisi kadar etkili olmayışının çeşitli sebepleri vardır.

Âşıkların genel geçim kaynakları olan sazları, eskisi gibi para kazandırmadığı için âşıkların geçim sıkıntısına düşmelerine ve ek işler yapmalarına sebep olmaktadır.

Bunun yanı sıra insanların hayatı ve dünyayı algılayışlarındaki farklılaşma, iletişim araçlarının çeşidinin artması ve yaygınlaşması, kentleşmenin artması ve ulaşım kolaylığı ile günümüz yaşam standartları âşıkların eskisi gibi diyar diyar gezmelerini gerektirmemektedir.

Onları dinlemeye istekli insanlar da eskisi gibi fazla değildir. Kendini dinletmek isteyen veya başkalarını dinlemek isteyenler artık televizyon, radyo, bilgisayar (internet aracılığıyla) gibi kitle iletişim araçlarından ya da gelişmiş dijital ses ve görüntü sistemlerinden faydalanarak bunu gerçekleştirebiliyorlar.

Günümüzde âşıklık geleneği birkaç kurumun yaptığı âşıklar bayramlarından başka, TV programlarında sürdürülür olmuştur. Batı kültürünün etkisiyle, öz kültürümüz olan Halk şirinin yerini yeni müzik türleri almıştır. Bu türlerin varlığı bir kültürel zenginliktir ancak onlara daha fazla yer vermek için âşıklarımıza verilen önemin azalması, âşıklarımıza yapılan bir haksızlık olduğunu düşünmekteyim.

Eskisi kadar olmasa da Âşıklık geleneği günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Zaman değiştikçe toplum ve toplumun aynası olan sanatçıların bu sanat dallarına bakışı da değişir. Zevkler, beğeniler, bekleyişler, zamanla paralel bir şekilde değişir, gelişir farklılık gösterir. Yadırganmaması gereken bu durum, yaşamın bir gerçeğidir. Âşıklık geleneği de bu değişiklikten nasibini almış ve modern çağın zihniyeti bu geleneği tüm yönleriyle devam ettirmeyi imkânsız hale getirmiştir.

GÖSTERİ SANATLARI

HALK OYUNLARI

Yurdumuzun çeşitli bölgelerinde tarihi ve coğrafi bir gerçek olarak, değişik ve renkli örneklerle gelişen ve çoğalan halk oyunları geleneği, tabiat sevgisi, insan sevgisi, yurt sevgisi ve milli bütünlüğün ifadesidir ve toplumların geleneksel bir anlatım aracıdır.

Halk oyunları ilk insandan günümüze kadar biçim ve içerik bakımından değişikliklere uğramıştır. İlkel insan algılayabildiği ölçüde kendine nedensellikler yaratır, algılayamadığı veya bir nedene bağlayamadığı olayları, nesneleri doğaüstü nedenlerle, kavramlarla, güçlerle açıklamaya çalışır. Alıştığı olayların dışındaki olaylara mistik bir gözle bakar. Böylece insan bilincinin soyutlama yeteneği gelişir, kutsal varlıklar oluşturur, çeşitli nesnelere saygı göstermeye başlar. Ardından tapınmalar, ayin ve büyüler gibi ilk geleneksel işlemler biçiminde ritüel törenler oluşur.

Bu törenlerde tarım, hayvancılık, avcılık, savaş, düğün gibi sosyal ve ekonomik olayların; yağmur, kar, fırtına, deprem gibi doğa olaylarının; kötü ruhları kovma, bereket-güç dileme gibi ruhsal-dinsel olayların gerçekten soyutlanarak hareket ve ritimle anlatılması sonucu ilk tiyatro ve halk oyunları doğmuştur.

Halk oyunları insanın yaşam biçiminden, doğumundan ölümüne değin olan yaşamının her devresinde yaratılan, maddi ve manevi öğelerden kaynaklanır. İnsanın kendisiyle ve doğayla olan ilişkileri, halk oyunlarına belirgin biçimde yansır.

Halk oyunları zaman içinde geliştikçe sanatsal anlatım, sahneleme ve seyir kaygıları belirmeye, kendine özgü seyir ve sahneleme kuralları oluşmaya başlamıştır. Oyunların karakterleri geliştikçe soyut biçimden sahnede simetrik ve çizgi hareketleri olarak karşımıza çıkarken bir olay, bir konu, bir öykü anlatır, ya da bir karakter, bir ruh durumunu (aşk, kıskançlık, yaşama sevinci vd.) yansıtır.

Kars ilinde oynanan Halk oyunları özellikle bölgemizin toplumsal hayatında çok önemli bir yer tutar, ayrıca insanlarımızın günlük yaşamında da önemli bir yere sahiptir. Düğünlerde, bayramlarda, kış ve yaz gecelerinde, arkadaş toplantılarında bu oyunlar günlük yaşamın bir parçasıdır. Kars Halk oyunları oynanmış, unutulmuş, yerine yenisi gelmiş anlamını, biçimini değiştirmiş ama insanımızın yaşamındaki önemini bugün dahi yitirmemiştir.

Kars Halk Oyunlarında, insanımızın bütün bir karakteri görülür. Kadına olan saygısını, kadınla birlikte oynadığında gösterdiği ciddi, gururlu ve dengeli ağırbaşlılıkta, çevik, sert ve savaşçı kişiliğini, bir o kadar estetik davranışlarını ve cesaretini de arkadaşlarıyla birlikte bulunduğunda söyleyebiliriz.

Kars, halk oyunları yönünden çok renklidir. Ağırlık olarak Bar-Yallı ve Kafkas yöresi oyunları olsa da halaylara ve semahlara da kimi ilçe ve köylerde rastlanır. Tek halkalı, çift halkalı oyunlar olduğu gibi karşılama biçiminde oynanan oyunlar da vardır.

Kars'ın kimi ilçelerindeki oyunlarda nitelikli bir görünüm açısından Kafkas oyunlarıyla benzerlikler görülür. Orta oyunu özelliğinde konulu, öykülü danslarla da günlük olaylar, savaşlar ve olağan üstü konular simgelenir. “Nanay” denilen çalgısız oyun havaları da yaygındır.

Kars Halk Oyunlarında, Kafkas oyun nitelik ve görünüşünü eş bir biçimde buluruz. Oyunlarda beden dik bir duruşta tutulur ve bütün oyun bu dikliğin saklı tutulması ile sürdürülür.

Yine Kars Halk Oyunları içinde Bar-Yallı oyunlarının özel bir yeri vardır ve halk oyunları ve içinde bulunan makamlar da bir olaya (düğünlerde gelinin evden çıkması, ata binmesi-inmesi, erkek evine gelmesi-girmesi vd.) göre değişir.

Kars Halk Oyunları insanın zekâsı ile işlenerek, bilinçli yaradılışın ve olanakların üstünde bir yer kazanarak Türk Halk Oyunları içerisinde hayranlık uyandıran bir yüksekliğe ve sahne düzenine ulaştırılmış bulunmaktadır.

Kafkas Halk Oyunları

Şeyh Şamil, Gazağı, Kent Varı, Naz Eyleme, Şeker Oğlan, Kız Kısgancı, Erkek Kıskangcı, Yallı, (Azerbaycan Barı) Ayşad, Yüzbir, Azerbaycan (Güzel Kız) Güllü Sümbüller.

Mahalli Halk Oyunları

Halay (3 ayak), Bar Havaları (Göl Yerinde, Yüksek Minare, Fayton, Aras Barı, Ağır Bar, Iğdır Barı, Tavuk Barı) Sarı Seyran (Kesmeli), Kürdün Kızı, Gaçıke, Hoşbilezik, Dumme, Tek Oyun, Garabet, Temur Ağa.

Halk oyunları düğünlerde icra edilirken bunun yanı sıra “men deyim, siz çevirin” özelliğinde herhangi bir çalgı veya müzik aleti kullanılmadan söylenilen türküler de (nanay) vardır, bu türküler genellikle evlenecek olan erkeğin (damat) sağdıç ve solducunu seçtiğini, arkadaşlarına tanıttığı bir ritüel olan “Yığınak”larda ayrıca düğünden bir gün önce düzenlenen kız ve erkek ailelerinin bir arada yapmış olduğu kına gecelerinde çoğunlukla söylenir. Bu türkülerden bir dörtlük örneği verecek olursak;

Bir ay doğar yücelerden ta yüce,

Ay dolanır güneş batar gecedir gece,

İsmin oldu dilde alfabe hece,

Rüyamdasın Kur’an Kur’an her gün her gece.

TOPLUMSAL UYGULAMALAR, RİTÜELLER VE ŞÖLENLER

YAYLACILIK

Anadolu’nun geçmişinde yaylacılık kültürü yoktur, bu kültür Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle başlamış bir olgudur. Yaylacılığı Anadolu’ya Türkler kültürel değerlerinden biri olarak taşımıştır ve bu kültür eksilmeden, teknolojik gelişmelerle uyumlu bir şekilde devam etmektedir. Yaylacılık, göç edip gelmiş olduğumuz topraklarda (Kafkasya) geçmişten günümüze kadar yaşamış/yaşatılan bir toplumsal uygulama, ritüel ve şölen olarak Somut Olmayan Kültürel Mirasımız içerisinde yer almaktadır.

Yaylacılık; ilimizde köylerde yaşayan ve genel olarak çiftçilikle ve hayvancılıkla uğraşan, bunu kendilerine meslek edinmiş ve geçimlerini bu minvalde sağlayan insanlar tarafından yılın belirli bir süresinde hayvanlarıyla beraber, otlakların bol olduğu yerlere göçtür. Bu süre o yılın hava şartlarına göre uzar veya kısalır. Havalar yağışlı ise yaylanın otu ve suyu boldur; bu durum yaylada kalma süresini uzatan önemli bir etkendir, verimli senede yaylada 2-3 ay süreyle de kalınabilir. Yaylada kalınan süre içerisinde kuraklık varsa meralarda ot olmayacağından dolayı köye dönüş bir ay sonra bile olabilir. Kısaca yaylada kalma süresini o yılın iklimsel faktörleri belirler diyebiliriz.

Ekin köyde

Hayvan yaylada Yetişir.

Burada insanların esas gayeleri, çeşitli olmakla beraber yerleşik yaşama geçmiş insanların kendilerine ait veya sadece üzerini kiraladıkları tarım arazilerini, genel olarak Nisan ayında ekim işlemlerini tamamlanmış ve ekinler büyümeden veya ekinler bir karış iken ekili arazilerini hayvanlardan korumak olarak önümüze çıkmakta ve köy yerlerinde bulunan meraların hayvanlar için yeterli beslenmeyi sağlamayacağı düşünülmekte ki bu doğrudur ayrıca yaylaya (yaylak) çıkan köyler ve bu köylerde yaşayan insanlar önlerinde gelecek olan soğuk kış günlerinde hayatlarını idame ettirecek ve sofralarına koyacak oldukları besinlerini (yağ, peynir) yaylalarda hayvanlarından elde ettikleri sütlerden oluşturarak evlerine getiririler ve tüm kış boyu bu doğal besinleri yiyerek beslenirler.

Bunların yanında yaylacılık, çok eski yıllardan günümüze kadar devam eden bir gelenek olmakla beraber çoğunlukla kısa mesafelerde (10-15 km) insanların kendi hayvancılıkları için mevsimsel hareketi sağladıkları bir toplumsal olaydır.

Yaylaya çıkacak olan köylerde, arazilerini sürüp eken köylüler hep birlikte (köy muhtarı, ihtiyar meclisi ile köyün ileri gelenleri köy büyükleri) hangi gün, hangi saat (genelde sabah erken, seher vakti) hareket edeceklerinin kararlarını alırlar, alınan karar kişiler tarafından tüm köy halkına ulaştırılır, haberi alan köy halkı tüm hazırlığın yapar (çamaşırlar yıkanır, kıyafetler hazırlanır, yataklar ve yorganlar hazırlanır) ve o gün yaylaya çıkış başlar. Tüm köy/köylü hep birlikte hareket eder.

Tüm köy halkında ayrı ama büyük bir heyecan vardır, en güzel ve temiz kıyafetler giyinilir. Sabahın erken saatlerinde çıkılan bu yolculukta sabah serinliğinin yanında hayvanların sesleri insanların kulaklarında unutulmayacak bir ezgi bırakır, ruhu okşanan köylü çok ama çok mutludur.

Göç başlamıştır.

Ancak köyde bulunan hayvanlar (büyük baş (erkek)) daha önceden çoban/lar (nakırcı) tarafından köyün yaylasına çıkarılır. Yaylaya çıkacak hayvanlar ticari olmayacaktır, her köylünün kendi kapısının hayvanı olacak ve geçimini sağlayacak sayıda hayvanı olacaktır, ticari hayvanı olanlar kendilerine, ayrı bir yaylak kiralarlar/satın alırlar veya köy heyetine yaylaya çıkma karşılığı olan ücreti öderler.

Küçükbaş hayvanlar bunların kuzuları olduklarından dolayı köy halkıyla beraber yayla yolculuğuna çıkarlar.

Teknolojik gelişmelerin olmadığı zamanlarda yaylaya öküz arabalarıyla çıkılırdı günümüzde ise nadiren de olsa at arabası kullanılmakta ancak daha çok traktör ve araçlarla yaylaya çıkılmaktadır.

Yaylaya çıkışta insanlar tüm ihtiyaçlarını köylerinden götürürler, yaylada oturmak, dinlenmek ve uyumak için kullanacakları eşyalarına değin. Bir önceki dönemde yayladan gelirken oturmak için kullandıkları sekilerinin tahtalarını dahi köylerine getirirler, yaylalarda bulunan evlerde hiçbir eşya bırakmazlar çünkü bir daha ki döneme kadar genel olarak kimseler gelmeyecektir o evlere ve kullanılmayan evlerde bırakılan eşyalar oradan geçenlerce veya vahşi hayvanlar tarafından amaçları dışında kullanılıp tahrip edilecektir.

Yayla evleri taş yapı ve topraktan yapılmış, ilkel bir görüntü sergilemektedir. Dörtgen şeklinde ya tek kiriş ya da çift kiriş üzerine yuvarlama ve mertek bazı yerlerde ise Sal taş ile örtülüdür. Oturulan evde genelde tahtadan seki yapılmaktadır bazen taş ve toprak karışımı Seki de bulunur. Sekilerde keçe ve genelde evlerde dokunmuş kilim örtüleri sergi olarak kullanılır.

Yayla evi eklentileri genellikle ortak isimlerle anılır. “Kom” koyun kuzu barınağı, “Danalık” dana kuzu karışımı, “Ağıl” koyun veya büyük baş hayvan barınağıdır. Bu eklentiler hayvancılık ekonomisinin ihtiyaçlarına göre yapılmıştır. Oturulan evin yanında ekmek pişirmede ve peynir kaynatmada kullanılan tandırlık bulunur, genel olarak oturulan evin yarısı kadardır.

Tandırlıkta ocak ile baca arasında ki yere “Puharı” denilir ve yayla soğuk olursa aynı zamanda genellikle buraya soba kurulur. Bunların yanı sıra evlerin pencereleri yoktur bacaları vardır ve bacalar imkânlar dâhilinde cam ile veya naylonla kaplanır.

Yaylaya çıkış bir şölen olarak algılanmakla beraber herkes mutlu güleç yüzlü ve bereket dualarını Allah’tan dileyerek gidilen yer olmakla beraber gidilecek güzergâh üzerinde bulunan köylerle kurulan bir iletişimin yeridir ve bu iletişim kendini kültürel etkileşime ve bunun yanında akrabalıkların doğmasına bırakacaktır kimi zaman.

Serin yayla havasının hâkim olduğu akşamlarda yaylada bulunan kızlar yaylada bulunan bir ağılda bir araya gelirler ve nanay ismini verdikleri türkülerini söyler ve eğlenirler bunu duyan komşu yaylanın kızları kayıtsız kalmaz onlar da başlarlar nanaya ve karşılıklı deyişirler. Etrafına yaylanın kurulduğu göl suyu o sesleri çeker ve bir yayladan diğerine ılgıt ılgıt getirir.

Yaylalar genel olarak yüksek, meralarının bereketli olduğu, yağışı daha iyi alan, serin, göl kenarında ve kaynak sularının bol olduğu yerlerde kurulur, bir vadi bir dağ sırtı gibi yerlerde ve bu durum âşıklık geleneğinin şu an ülkemizde merkezi olan Kars ilinde âşık deyiş ve türkülerine yansımış ve rahmetli âşık Sabri Şimşekoğlu’nun dizelerine şu şekilde yansımıştır;

Yayla yaylağımdır

Kışta otağım

Yazda seyran gâhım

Bu dağlar benim..

Yaklaşık fazlası var eksiği olmamak üzere bir ay kalınır yaylalarda, elektriğin olmadığı geçmiş zamanlarda yağlıklarla gecelerin aydınlandığı günümüzde lüks (löküz) aletleriyle aydınlanan yaylalarda.

Bu kısa geceler gençlerin kaynaşması konuşması ve sosyalleşmesi açısından önemli bunun yanında doğayı ve doğanın kendilerine sunmuş olduğu tüm yiyecekleri çok iyi tanıma fırsatı verir. Gecelerin, her ne kadar teknolojik gelişmelerin verdiği ölçüde ve büyüklükle ayın ve yıldızların aydınlattığı ve parladığı bu gecelerde hikâyeler anlatılır, maniler ve deyişler ve türküler söylenerek geçirilir ve eşsiz doğa manzaraları izlenir. Bu bize köylerimizde yaşayan insanlarımızın nasıl sağlıklı ve uzun yaşadığını öğretir.

DOĞA VE EVRENLE İLGİLİ UYGULAMALAR

MEVSİMLİK BAYRAMLAR

NEVRUZ

Milletleri meydana getiren temel unsurlardan birisi de kültür dediğimiz maddi ve manevi değerlerdir. Dil, örf ve adetler, inançlar, sanat ve edebiyat bir toplumun geçmiş yüzyıllardan akıp gelen içtimai değerleridir. Bu bakımdan milletlerin var oluş sebeplerinden en önemlisi milli toplumun sosyal dokusu olan kültür unsurlarıdır.

Kültürün en önemli unsurlarından birisi de mitolojik inanışlar ve rivayetlerdir. Mitolojiden hareketle ortaya çıkan inançlar, dinler ve bunların getirdiği ahlak felsefesi, örf ve adetler zamanla hukuk dediğimiz müesseseyi meydan getirmişlerdir. Adetler kanun kuvvetinde olmayıp, alışkanlık sebebiyle yapıla gelen ve yapılmasının uygun olduğuna inanılan hareketlerdir. Adetleri bir davranış olarak değil de, bir düzenleyici olarak algılar, görür ve kabul edersek artık bunlar örf haline gelmişler demektir. Kültür unsurları arasında en az değişen ve değişmenin uzun süreli olanı örf ve adetlerdir.

Türklerin önemli örflerinden birisi olan “Yılbaşı Bayramı” Türklerin Ergenekon’dan çıkış günü olan bu bayram, bu gün Türk Dünyasında “Sultan Nevruz” adıyla kutlanmakla beraber Türk Topluluklarında Nevruz geleneği yaygındır ve Nevruzu “Nevruz-ı Sultani”, “Sultan Nevruz” veya Orta Asya Türk Topluluklarında görüldüğü üzere “Sultan Navrız” olarak kutlamaktadırlar. Nevruzla ilgili gelenekler dikkate alındığında Türklerdeki tabiat kültürü ile ilgili olduğu görülmekte ve Nevruz bir tabiat bayramı olarak da kutlanmaktadır. Nevruz kelimesinin Farsça olması ve aynı günün İranlılar tarafından kutlanması ister istemez Türk Yılbaşısı üzerinde şüpheler yaratmıştır.

Nevruz eski Türklerle İranlıların yılbaşı olarak kabul ettikleri gün, Farsça bir kelime olan Nevruz terimiyle ifade olmaktadır. Ancak kelime anlamı bakımından “yeni-gün” demektir. Bugün güneşin koç burcuna girdiği gün olup, miladi 22 Marta Rumi 9 Marta rastlamaktadır.

Özellikle yeni-yıl, yıl-başı, yeni-gün gibi adlarla ifade olunan bahar bayramları ve adetleri Türkler arasında coşkunlukla kutlanıla gelmiştir. Bu bayramlar, çeşitli Türk Topluluklarında değişik adlarla anılmışlarsa da ancak kutlama törenlerindeki ananeler, inanışlar, törenler küçük farklılıklarla bir bütünlük göstermektedir.

Türklerde çok eskiden beri baharın gelişi, tabiatın canlanışı destanlarda, masallarda, türkülerde, şiirlerde, âşıkların sazlarında ve kopuzlarında terennüm edilir ve bahardan coşkunlukla söz edilirdi.

Divan-Lügat’it Türk’te baharın gelişi, “suların çoğalması, karların eriyip dağ başlarının görünmeye başlamaları, dünyanın nefesinin ısınması yani havaların ısınması, türlü çiçeklerin açılması, yeryüzüne yemyeşil bir ipek kumaşın serilmesi, hayvanların çoğalmaları” olarak yorumlanmaktadır.

“Türlüğ çeçek yarıldı,

Barçın yadhım kerildi,

Uçmak yeri körüldü,

Tumlug yana kelgüsüz” baharda türlü çiçekler açıldı/sanki ipek kumaştan döşek serildi/cennetin yeri görüldü/zaman ılıdı, soğuk hiç gelmeyecektir. Bk. Divan-Lügat’it Türk C.I,S.119

Diğer bir kültür kaynağımız olan Kutadgu Bilig”de bahar “yay” ve “yaz” kelimeleriyle ifade edilmiş ve baharın güzellikleri bir bir anlatılmıştır.

“Kurmış yıgaçlar tonandı yaşıl,

Bezende yipün al sang kök kızıl” kurumuş ağaçlar yeşiller giyindi/tabiat mor, al ve kızıl renkler ile süslendi. Bk. Kutadgu Bilig beyit 67

Bayramlar insanlar arasındaki karşılıklı sevgi ve saygının perçinlendiği gündür. Bayramlar her millette görülen ve toplumun bütün fertleri tarafından benimsenen ve gününde bütün imkânlarıyla halkın katıldığı ortak adetlerdendir. Bütün bayramların dini veya milli bir inanıştan o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiattan doğduğu bilinmektedir.

Türklerde milli bir din haline gelen İslamiyet”in eski bayram ve ayinleri Pagan dönemi gelenekleri olarak kabul etmesi tabiidir. Ancak İslamiyet”i sathi bir biçimde kabul etmiş olan ilk Müslüman konargöçer Türk Toplulukları, sürgün avı, toy, şölen, yuğ vd, gibi adetleri İslamiyet”e rağmen bu dinin yeni bir unsuru olarak devam ettirmişlerdir. Bu ananeler çeşitli Türk Topluluklarında birbirlerinden çok az farklarla günümüz Türk Dünyasına bir kültür mirası olarak intikal etmiştir.

Kars’ta Nevruz bahar mevsiminin ilk ayındadır, bahar ayının tespiti ile ilgili bazı adet, tören ve inançlar ise şunlardır;

Kış mevsimi burada çile ayı olarak kabul görmekte ve kış mevsimi üç dönemde düşünülmektedir, bunlar büyük çile, küçük çile ve bayram ayıdır. Genel olarak gecenin en uzun olduğu 21 Aralıktan sonra gelen 40 gün “büyük çile”, 21 Aralık 30 Ocak günleri “erbain” olarak adlandırılır, kışın en soğuk olduğu bu dönem “zemheri”dir.

Büyük Çilenin, erbainin bitiminden sonra gelen 20 güne “küçük çile” denilmekte, kışın oldukça sert geçtiği bir devredir, Kars ta bu dönemle ilgili olarak,

“Tendirden beserem, küfleden çıkarsan, der küçük çile,

O’na senin dalan yazdır, der büyük çile”

Şeklinde bir darbımesel söylenmektedir.

Yazın gelmesi, havanın toprağın ısınması gibi mühim bir olaya bağlıdır. Yılın bereketli olması için hava ve su unsurları çok önemlidir. Bu sebeple insanlar yazı önce karşılamak için çeşitli törenler yapmaktadırlar. Böylece ağaçların, bitkilerin, çiçeklerin yeşermesi, hayvanların kuzulaması, tabiatın canlanması, yeni bir hayatın başlaması mümkün olabilecektir. Bütün bunlara can verecek ise sıcaklıktır, bunun yanı sıra havaların ısınması, o yılın bereketli olmasına kâfi değildir.

Bereket için gerekli olan ikinci unsur sudur. 20 Şubattan itibaren Karsta “çile çıkarma” geleneği yaygındır. Baharın gelmesi halk arasında ateş ve ısınma anlamına gelen “Cemre” ile de ifade olunmaktadır. Cemre 20 Şubatta havaya, 27 Şubatta suya, 6 Martta toprağa düşer. Bu sırayla havanın, suyun ve toprağın ısınmaya başlaması anlamına gelir.

Bütün bu tespitlerden sonra Kars’ta yılbaşı gününü, baharın başlangıcında aramak lazım gelmektedir. Yine tespitlerimize göre ilkbaharın başlangıcı mart ayıdır. Divan-ı Lügat’it Türk’de, oniki hayvanlı Türk takviminde yılbaşı 21 Mart yani Nevruz’dur. Türkler bugüne “yeni gün” demektedirler.*DLT CI.,S.347

Nevruz bayramı ile ilgili gelenekler bugün tam anlamıyla Kafkasya’da Azerbaycan Türklerinde, İran’daki Türk topluluklarında ve Anadolu’daki Kafkasya muhaciri Azerbaycan, Karapapak, Tatar vb, Türkler arasında yaşamaktadır. Azerbaycan Türklerinde Nevruz dini olmaktan ziyade milli bir bayram niteliğindedir.

Nevruz zaman olarak tabiatın canlanmaya başladığı bir devredir, ancak bayram ayı içinde kırlangıç fırtınası, leylek fırtınası gibi sert ve soğuk günlerde görülür.

Kars çevresinde leylekler ile ilgili olarak “18’e gelmez, 19’a kalmaz” inancı olmakla beraber, genel olarak leyleklerin gelmesi 21 Mart Nevruz gününe tesadüf eder ve leyleklerin ağzında başak varsa o yılın bolluk ve bereketli olacağına işaret etmekle beraber leyleklerin ağzında çaput, bez parçası olursa kavga ve kıtlık olacağı inancı darbımesel halinde söylenir.

Bayram ayında Kars’ta yaşayan insanlarda hummalı bir faaliyet görülür, herkes Nevruz Bayramı günü sevdikleri, saydıkları kişilere verecekleri hediyeleri hazırlamaya, temin etmeye çalışır. Genç kızlar nişanlılarına çorap vb, örerler, mendil işlerler. Yeni gelinler anne, baba, kardeş ve diğer akrabalarına hediyeler hazırlarlar ve bu hediyeler bayram gününe kadar saklanarak bayram beklenir.

Diğer yandan her aile evlerini siler, süpürür, halılar kilimler yıkanır, bayram temizliği yapılır.

Bayramdan bir kaç gün önce evlerdeki faaliyet daha da artar, gelecek misafirlere ikram edilmek üzere, börekler, çörekler, “kete”ler hazırlanır ve yumurtalar haşlanır, bu yumurtalar soğan kabuğu, nar kabuğu ve ipliklerin boyandığı boyalarla envai çeşit renklere boyanır.

Evin erkekleri bayramda giyecekleri giyim, kuşamlarını hazırlar ve eksiklerini tamamlar. Çocuklar ise “baca baca” için uzun ipli heybe temin etmeye çalışırlardı, günümüz koşullarında bu heybe bele kadar gelen, küçük ve evlerde kalan kumaşlardan yapılan, boncuk süslü ve bölgenin motifleri ile nazar boncuğu motifinin işlendiği bez çantalara dönüşmüştür.

Nevruz Bayramı Kars’ta milli bir bayram havasında kutlanır, ancak ve tabii olarak İslamiyet’in etkisi hissedilir bir düzeydedir. Bayram günü yeni gelinler ve nişanlı kızların ilk evlilikleri ve nişanlılıkları bayrama ilk defa denk geliyorsa bu onlar için çok özeldir, ilk bayramlarıdır. Bu kızlarımızın yakın akrabaları bunların evlerine ziyarete giderler, bayramlarını kutlarlar onlara hediye verirler.

Büyükler ziyaret edilir ellerinden öpülerek bayramlaşılır, bunların yanında mezarlıklar ziyaret edilir, dualar okunur ayrıca bayramdan önce vefat etmiş ve ilk bayrama denk gelen cenaze sahipleri için bu bayram yöre şivesiyle “gara bayram” yani cenaze evinin kara bayramıdır. İnsanlar özellikle kadınlar kara bayramı olan cenaze evine giderler, “şad” lık “aparır”lar, bayram şekeri ve Nevruz meyvesi götürürler, cenaze sahibine yeniden taziyelerini iletirler. Ahir tek günü ve bayrama 3-4 gün kala asla ağlanmaz, cenaze evinde dahi olsa ağlayanlar susturulur ve bu gün bayram ağlanılmaması gerektiği söylenilir. Bayramda asla ağıt yakılmaz.

Bayram haftası önemli günler ihtiva etmektedir ve bugünlerde özel olarak çeşitli törenler yapılmaktadır. Nevruzdan sonra bayramın en önemli günü “Ahır çerşenbe”dir. Bu güne “ahir tek” günü de denilir. Marta ayının ilk çarşambasına “Kara Çarşamba” adı da verilir ve bu gelenek Anadolu’da da yaygındır.

Yukarıdan devamla kabir üstü günü vardır, ahir tek gününden önceki Salı günüdür ve bugüne tek-gün de denilmektedir. Bu günde herkes mezarlığa gider, kadınlar ve erkekler mezarlığa ayrı giderler, dualar okunur ve dönülür. Kabir üstü gününün bir özelliği ise mezarlığa gelen ve küs olan insanlar büyükler tarafından barıştırılır.

Ahir çerşenbe-ahir tek günü ise salıyı çarşambaya bağlayan gecedir, bu gece evlerin (damların) üzerinde geçen yıldan kalan son otlar, samanlar yakılır (aloy/buloy’da denilmektedir) ve herkes bir niyet tutarak bu ateşlerin üzerinden atlar.

Ahir tek günü evin erkeği satın alarak getirdiği 7 LEVİN (7 YEMİŞ) kadınına verir, evin hanımı bu meyveleri karıştırır, semeniler hazırlanır, semeni yeşillik ve bereketi temsil etmektedir. Semeniler yeşerdiklerinde kesilir ve ezilerek çıkarılan suyu kaynatılarak şerbet gibi içilir.

Ahir tek günü evlerde her şey tertemizdir, çocuklar diğer evlerin kapılarını önceden hazırlanan çantaları ile dolanarak veya pencere veya bacalarından salladıkları heybe/çantalarını uzatarak “PAY”larını toplarlar. Bu gece çocuklar ve gençler meydanlarda çeşitli oyunlar oynarlar, gelecek yılla ilgili bir takım adetlerde vardır, örneğin “kulak asma”-“gapı pusma” gibi.

Gençler ve çocuklar akşam içlerinden bir niyet tutarak komşu kapılarının veya pencerelerinin altına giderek, komşularını dinlerler, içeriden duyacakları ilk sözler yeni yıl için tuttuğu niyetinin gerçekleşip-gerçekleşmeyeceğine yorumlanır. Bu bakımdan kapılarının dinleneceğini bilen insanlar özellikle aile büyükleri konuşmalarda devamlı uyarır ve iyi-güzel münasebetlerin kurulmasına uğraşır ki herkes birbirine saygılı, ölçülü davransın ve neşeli olsun.

Ahir tek günü genç kızlar bir evde toplanır, türküler söyler halaylar çekerler, getirdikleri yiyecekleri birbirlerine ikram ederler ve eğlenirler.

Nevruzdan bir gün öncesine “baca baca” denilmektedir. Baca baca günü yeni yıla çıkıldığı için herkes kendi evinde bir horoz keser ve kendileri yerlerdi.

Baca baca gününde kapıları gezen ve pay larını isteyen çocuklara, çeşitli renklerde boyanmış ve pişirilmiş yumurtalar verilir. Çocuklar bu yumurtaları tokuştururlar ve kırılan yumurtayı galip gelen çocuk alıp soyar ve yerler.

Türk ve İran topluluklarında ortak bir unsur olarak görülen Nevruz Bayramı bir tabiat, var oluş, diriliş bayramı niteliğindedir.

Türk kültüründe bayramlar, bireyleri ve toplulukları yakınlaştırarak bütünleştiren, unutulmaya yüz tutmuş değerleri yeniden gün yüzüne çıkaran ve gelecek kuşaklara aktaran ortak kültür ve gönül bağlarımızdandır. Kültürel miras yoluyla günümüze kadar ulaşan ve Türk dünyasının millet bağını güçlendiren, yüreklerde hissedilen en önemli bayramlardan biridir Nevruz. Yeni bir yılın başlangıcı olarak yeniden doğuşu simgeleyen bu bayram, geleceğe dair umut, arzu ve temennileri de içinde barındırmaktadır. Belki de bu yönüyle dünyada tektir ve özgündür.

EL SANATLARI GELENEĞİ

DOKUMACILIK

Sanat tarihçilerine göre, insanın doğasındaki “güzeli arama tutkusu” sanatın doğmasını sağlayan en etkin güç olmuştur. Yeryüzü hayatının başlangıç evrelerinde örtünme, korunma, avlanma ve su içme gibi temel insanı ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan insanoğlu, alet kullanmaya başladığında, yaratılışında var olan estetik arayışının sonucu olarak el sanatlarının ilk örneklerini ortaya koymuştur. Bir diğer ifade ile insanoğlu bireysel ihtiyaçlarını giderirken, fıtri özellikleri gereği varoluşuna anlam katmaya çalışmış ve sanat eseri olarak kabul edilen ürünler meydana gelmiştir.

El sanatları insanlığın var olduğu günden bu güne değin gelen en eski ve tarihi sanatlardan biridir. Öncelikle insanların ihtiyaçlarını karşılamak adına yaptıkları, daha sonra bunları değiş-tokuş yoluyla ihtiyaç giderdikleri günümüzde ise toplumun estetik değerlerinin yansıdığı, bireyin sanatsal çalışmalarının sergilendiği bu sanat dalında üretilen eşyalar, örf, adet ve geleneklerle beslenmiş ve göreneklerle serpilmiş, dinin de etkisiyle mahalli düzeyden başlayarak ulusal ve uluslar arası platforma ulaşmıştır.

Güzel sanatlar düzeyinde eserler verilen bu dalda ustanın, sanatçının amacı, günlük ve toplumsal uygulamalar ve ritüellerle ilgili eşyalar yapmak, bu eşyalara beğeni kazandırmak amacıyla süslemek ve ürettiğini satarak kazanç sağlamanın yanı sıra kendi iç dünyasını/duygularını yansıtmak (hüzün, sevinç vd.) , yaşadığı çevresi ile ilgili güzellikleri aktarmak, gelenekten beslenen motifleri de sanatına yansıtarak bazen şahsi bazen de toplumsal mesajlar vermektir. Geleneksel el sanatlarını bu manada değerlendirdiğimiz vakit, sanatın yanı sıra ekonomik ve sosyal hayatta, geniş anlamda kültürün içinde de yeri vardır.

Her milletin yaşadığı coğrafyada ki, en temel ihtiyaçlarından kaynaklanan aynı zamanda bu coğrafyada var olmuş uygarlıklardan etkilendiği ve üretim teknikleri ve kültürü algı ve yorum farklılıklarından dolayı plastik sanatlar arasında, hem güzel hem yararlı parçalardan oluşan ve en az plastik sanatlar kadar değerli olmasına rağmen plastik sanat olarak kabul görmeyen, kültürel birikim, dini inanç, toplumsal beklentiler, korkular, tabular gibi ortak değerlerden beslenen el sanatları; 

Bir ya da birden fazla kişinin (usta/sanatçı/zanaatkar) günümüzde estetik kaygıları da ön planda tutarak, geleneksel kültürü yansıtarak (teknik bilgi, çeşitli araç, gereç) etnoğrafik değeri olan, çevre şartlarına göre değişen ve mesaj vermek için tüketim maddeleri, günlük ve tören eşyaları yapmak amacıyla emeğini sermaye ederek meydana getirdiği ürünlerdir.

Türk El Sanatları Asya’dan göç eden Büyük Selçuklular ve onlara etki eden Orta Asya Türk devletlerinin sanatlarından kaynaklanmış, Hitit, Frig, Yunan, Roma ve Bizans sanatları gibi Anadolu uygarlıklarından beslenmiş ve Türk’lerin Anadolu’ya Asya’dan taşıdıkları geleneksel el sanatları geçtikleri İslami çevrede gördükleri ile serpilmiştir.

İnsanlık tarihinin en eski sanatlarından biri, kuşkusuz dokuma sanatıdır. Dokumacılık insanların soğuktan korunma, mevsimine göre giyinme, örtünme ve süslenme ihtiyacından doğmuş ve zamanla gelişmiş, milletlerin refah düzeyine, sanat ve teknik yeteneğine göre ilerleme kaydetmiştir.

Dokumacılık uzun bir zamanda gelişen ve geniş bir organizasyon isteyen bir sanat koludur, dokuma merkezlerinin asırlar boyu aynı il ve yörelerde bulunması, hammaddenin devamlı temin edilmesindendir ve bu bakımdan bir hayvancılık bölgesi olan Kars’ta yıllar boyu dokumacılık yapılmış ve yapılmaktadır.

Dokumacılıkta hayvan yünlerinin birbirine bükülerek (eğrilerek) iplik yapılması, istenilen uzunlukta dokuma yapma imkânı verir ve dokumacılıkta yün, hayvanın ehlileştirilmesiyle ilişkilidir, dolayısıyla dokumacılığın ilk çıkış yeri koyunun yetiştirildiği ve yünün imal edildiği Orta Asya’dır.

Kars ve çevresinde yıllar boyu halı, kilim, cecim, zili, sumak ve çiği kilimi gibi çeşitli kirkitli dokumalar yapılmıştır. Son yıllarda dokumalara karşı ilgi artmasıyla birlikte maddi kaygılarda ön plana çıkmıştır. Bunun sonucu olarak yeni ve geleneksellikten uzak dokumalar üretilmeye başlanmıştır. Gelenekselliğe karşı aşırı talep nedeniyle, köylülerin elindeki eski dokumalar, takas usulü veya dolandırıcılar tarafından mahvedilmiştir. Kars’ta bu diğer illerimiz gibi bu olaylardan payına düşeni almıştır. 

Kars halı ve kilimleriyle ünlüdür. Kars çevresindeki Çiğil Türkleri, Kars-Selim civarında yaşayan Terekemeler, Kars Merkez, Merkez köyleri, Akyaka ve Arpaçay çevresinde çoğunlukla yaşayan Azeri Türklerinin dokumaları çevrede yaygındır. Yörede üretilen düz dokuma yaygıların büyük bir bölümü “ilikli kilim” tekniklidir. Cicim, zili, sumak teknikli dokumaların yanı sıra palaz ve tülü örnekleri de vardır. Dokuma sanatında önemli yere sahip olan yün, Kars yöresindeki dokumaların da temel hammaddesidir. Siyaha çalan kahverengi, kestane, kahverengi ve kırık beyaz rengindeki yünler, boyamadan saf olarak kullanılır. Yün genelde, halkın kendi beslediği koyunlarından elde edilmektedir. Kullanılan yün iplikler, gerek evlerde el eğirmesi, gerekse koyunlardan elde edilen yünlerin fabrikalarda işlenmesiyle sağlanmaktadır.

Kars’ta çok eskilere dayanan yün iplik yapımı, teşi, iğ, cehre ve çıkrık denilen aletlerle yapılmaktadır. Dokuma tezgâhları yapıldığı malzemenin veya en basit adıyla ağaç tezgâh, gergi ağacı, ip ağacı gibi isimlerle adlandırılır, ahşaptan yapılmış yarı yatık ıstar tipi tezgâhlar kullanılır. Kars’ta ki dokuma örneklerinde teknik olarak, tülü, palaz, ilikli, iliksiz ve çiğil kilim tekniği, düz bez dokuma üzerine sık-seyrek motifli cicim ile çözgü yüzlü cecim tekniği, düz-çapraz zili teknikleri görülür.

Kars ve çevresinde çok çeşitli geometrik ve bitkisel desenli kilimler dokunmuş, bu kilimlerin üzerine ayetler yazılmış, Göktürk harfleri ve Türk damgaları işlenmiştir. Kars’ın özellikle kırsal kesiminde, yaylakçı ve yerleşik hayatta dokunmuş olan “geve, tülü, hırsek” adı verilen dokumalara nadiren rastlanılır.

Orta Asya Batı Türkistan’a dayanan bu dokumanın hayvanlardan elde edilen yünlerle hayvan postunun taklit edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle halının öncüsü kabul edilir. Suni post ilk defa, çul dokuma üzerine saçak düğümleme ile yapılmış, bu tekniğin zamanla gelişmesi sonucu halı ortaya çıkmıştır.

Kars’ta genellikle geve denilmesine karşın Azerbaycan ve Kağızman’da “hırsek” denilmektedir. Bu dokumanın halıdan farkı, geve de tüylü yüzey için boyanmış veya boyanmamış saçak yünler, halı da ise eğrilmiş yünün kullanılmasıdır.

Dokumacılık sanatı içinde eski önemini kaybetmiş ve genellikle halı tezgâhında dokunan ve Anadolu’da geve (tülü) denilen post taklidi dokuma geliştirilmiş, ters tarafında zili tekniği ile desenler yapılmış, öteki yüzü tülü olarak dokunmuş, iki taraflı da kullanılır hale getirilmiştir Bunun yanı sıra tülü dokumaların kenarlarında zili tekniği uygulanarak değişik bir görünüm sağlanmıştır.

Vaktiyle Sarıkamış’a bağlı olan Bardız nahiyesinde kufi yazılı tarihi belge niteliği taşıyan kilimler dokunmuştur. Bunlardan biri de Enver Paşa’ya verilmek üzere dokunmuş, şu an Ankara Etnografya Müzesi’nde korunan kilimdir. Kilimde 1914- 1918 yılları arasındaki tarihi olaylar anlatılmaktadır. Kilimin ortasında 12 mısralık kahramanlık şiiri yer alır.

Kilimin ortasındaki dikdörtgen içindeki şiir şu şekildedir: 

Yine çıktı asumana nâm (ü) şanı Türklerin;

Titredi düştü lerze can evine düşmenin,

Kılıcımız Oğuzidir, yetiştir murada,

Binler yaşasun sevgülü Hakan'ı Türklerin.

Vatanın mübarek uzvu Kars, (Ardahan),

Battım El uzadup mâderi'ne kılmakta hücum,

Kahramanlar yolu açtı, Türkistan'a gidelim,

Yaşasun şeci ordu, merdâneleri Türklerin.

Bugün güzel Bayram içre, Âlem-i İslâmiyan

Terennümde ruhlarımız, Millet oldu kâmbiyâh

Düşmenimiz melûl (mahzun) cümle dostlar şâdüman

Yaşasun muhterem vüzerası, vükelâsı Türklerin

Kars’ta diğer bir kilim türü, nadir bulunan ve artık dokunmayan “çigil kilimi” dir. Bu dokumaya her ne kadar “çiği kilimi” denilirse de dokuma tekniği olarak kilimden farklıdır. Kilim tekniği ve çiği tekniği aynı yüzeyde yer alır. Bu dokumanın bir örneği yakın zamana kadar Kars Merkez Camii’nde idi. Şu an Kağızman’da bulunmaktadır.

Dokumanın önemi artık dokunmayan, örnekleri olmayan bir dokuma türü olmasının yanı sıra, adını Anadolu’ya gelip yerleşmiş bulunan eski Türk Uruğundan (boyundan) almış olmasıdır. Bu da dokumanın, geçmişten beri Türk dokuması olduğunu ispatlar.

Kars merkez ve köylerinde özellikle kilim, cicim, zili, sumak tekniğinde zengin örnekler vardır, zili tekniğine “zilo” denilmekte olup yer kilimi, duvar kilimi, sedir veya divan yaygıları, çuval, yük perdesi, yük kilimi, mafraş, heybe, seccade, at çulu, yastık gibi dokumalar bulunmaktadır.

Kars’ta bulanan dokumalara insanlar kullandıkları yere göre, isim vermişlerdir. Örneğin yere serilen kilime Yer Sergisi gibi. yastık olarak kullanılmak üzere değişik tekniklerde yapılan yastık yüzü dokumalar da bulunmaktadır.

Motif olarak geometrik örneklerin tercih edildiği Kars dokumalarında, Kafkas dokuma sanatının etkileri hissedilirken, Orta Asya Türk sanatında uygulanan geometrik kompozisyonlar da karşımıza çıkmaktadır.

Sarıkamış’a bağlı köylerde Bardız kilimi dokunmaktadır. Köken olarak kesin olmayan bilgilere göre bu kilimlerin Saltuklu Türklerine kadar uzandığı sanılmaktadır. Ev ihtiyaçlarını karşılamak ve gelin olacak kızların çeyizlerine konmak amacıyla ticari amaçlı olmayan Bardız kilimi dokumacılığı yapılmaktadır. Motif ve desenler yöre insanının duygu, düşünce, özlem ve tabiata olan sevgisinin bir ifadesidir. Kilim desenlerinde kullanılan başlıca motif gül olmakla beraber kuş, geyik, aslan, koçbaşı gibi figürler ve geometrik motifler uygulanır.

Kültürümüzü temsil eden Geleneksel El Sanatlarının her dalında olduğunda gibi dokuma sanatı da günümüz şartlarına yenik düşmüş ancak Kars’ta dokumacılık değişen yaşam koşulları ve değer yargılarının bir sonucu olarak farklı işlevler yüklenerek ayakta kalma çabası içindedir. Kars Yöresi geçmişten günümüze değin yaşatılan önemli dokuma merkezlerinden biridir. Bu vadi ve kolları üzerinde yerleşik hayat kuran ve kökleri Orta Asya’ya dayanan Türk kavimlerinin dokuma kültürünü devam ettirdikleri görülmektedir.

Toplumların binlerce yıllık kültür birikimlerinin bir neticesi olarak bu sanatlarımızın korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması sağlanmalıdır.

SONUÇ:

Türk kültürü, Orta Asya’dan Anadolu’ya Türklerin yaşadığı her karış toprağa ruh ve şekil veren hoşgörü, saygı, sevgi gibi manevi değerleri ile dünya kültür mirasına katkıda bulunmaya devam etmektedir. Türk halk kültürünün en ayırt edici nitelikleri, Anadolu’nun özgün yapısını oluşturan gelenek ve törelerde, bayramlarda, sanat ve edebiyat eserlerinde somutlaşarak hem milli kimliğimizi belirlemekte ve hem de gündelik hayatımızı şekillendirmektedir.

Özellikle hiçbir kültür unsurunu Türklere yakıştırmayan ve her Türk kültür unsurunun altında başka milletler arama hastalığındaki sözde entelektüeller için mesele çok basittir. Derhal o kültür unsuruna bir sahip bulabilirler.

Şunu da unutmamalı; Milli kültür değerleri üzerinde başka sahipler aranması, vatan düşmanlarının en çok takip ettikleri metoddur.

Bu kapsamda Türk kültür mirasımız ve zengin halk kültürü öğelerimize sahip çıkmalı, korumalı Türk Toplumunun yüzyıllar boyunca geleneksel biçimlerde ürettiği el sanatları ile kültür varlıklarımızı gelecek nesillere aktarmak için çalışmalı ve bunu kendimize görev edinmeliyiz.

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.